Kur’ân, insanlara yaşanamaz ve uygulanamaz bir hayat tarzı sunmamakta, aksine o,kabul edildiği takdirde yaşanılabilir ve uygulanabilir bir yaşam şekli getirmektedir. O, insanların hem maddî, hem de mânevî yönlerini doyurmaktadır. Kur’an, insanlığı ne yalnızca madde ve ne de mânânın içine atıyor. Bilakis ikisini bir kuşun iki kanadı olarak görüp, ona göre önerilerde bulunuyor. Yani o, dünya ve âhireti dengeli bir şekilde götürmelerini tavsiye ediyor. Dünya için âhireti, âhiret için de dünyayı fedâ ettirmiyor. Bu dünya fâni ve zâil olmasına rağmen, burasının i’marını da inananların üzerine yükleyip, dünyayı âhiretin bir tarlası görüyor. Kur’an, ne Hrıstiyanlık’taki gibi sadece âhireti, ne de Yahudilikte olduğu gibi yalnızca dünyayı öne çıkarmayıp, ona, birisi olmazsa diğeri de olmaz nazarıyla bakıyor. Kur’ân-ı Kerim’deki:
“Nihayet hac ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman, önceleri babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. İnsanlardan kimisi: “Ey Rabb’imiz! Bize dünyada ver!” der. Onun için âhirette hiçbir kısmet yoktur. Yine onlardan: “Ey Rabb’imiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!” diyenler vardır. İşte onlar için, kazandıklarından bir nasip vardır.." “Allah’ın sana verdiği (bu servet) içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma..”ifadeleri bu dengeye işaret etmektedir.
Zâten İslâm’da insanın dünyadan tamâmen çekilmesi ve kendini ibâdete vermesi istenmediği gibi, aynı zamanda kendini tamâmen maddeye kaptırıp, onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilakis dünyâ-ukbâ dengesi, dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bulunulmuştur. Müminin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi, Kârûn gibi sâdece dünyaya takılıp kalınmaması ama bununla birlikte, çeşitli ni’metlerden istifâde edilebilmesi de, yine İslâm’ın prensipleri arasındadır.
İnsanın fıtratında mala karşı büyük bir hırs vardır. Bu hırsını yenmesi ve onu tamamen terketmesi çok zordur. Diğer taraftan az da olsa bazı insanlarda da dünyaya karşı bir boş verme, önemsememe vardır. Her ikisi de uç noktaları teşkil etmektedir. Birincisinde insan, bir Firavun veya Kârun olup çıkarken, ikinci durumda, dünyanın zâlim ve cebbarlara terkedilip yaşanmaz bir hal alması vardır. Kur’an bu ikisini de reddetmiş, orta yolu göstermiştir. Böylece her iki uç noktanın aşırılıklarını törpülemiş ve onları herkese faydalı bir konuma getirmiştir.
Hz.Peygamberin (s.a.v) şu örnek davranışı da, dünya-âhiret dengesini gösteren güzel bir misaldir: Bir defasında ashaptan üç kişi, Resûlullâh’ın ibâdetini sormak için onun hanımlarının yanına gitmişlerdi. Bunlara Hz.Peygamber’in ibadeti haber verilince güya bunu az görerek: “Biz nerede, Resûlullâh nerede? Muhakkak ki Allah, Peygamber’inin geçmiş olan ve gelecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını mağfıret etmiştir.” dediler. Sonra da içlerinden birisi: “Ben geceleri daima namaz kılacağım.” dedi. Diğeri: “Ben de her zaman oruç tutacağım.” dedi. Üçüncüsü de: “Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim.” dedi. Onlar bu söz üzerindeyken Resûlullâh bunların yanına gelerek: “Siz şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz değil mi? Fakat şunu iyi biliniz ki: Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve korunanınızım. Bununla beraber ben kâh oruç tutarım kâh tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılarım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim budur.) Her kim benim bu yolumdan yüz çevirirse, benden değildir.”buyurdular.
Kur’ân’ın bu metoduyla ilgili olarak inananlara özellikle de toplumu ıslahla uğraşanlara düşen, insanlardaki bu iki yönü iyice kavrayıp, uğraştıkları insanların madde-mânâ dengesini iyi ayarlamaları, ne tamamen dünyadan soğutma ve ne de tamamen âhireti bir kenara koyma düşüncesinden uzaklaştırmamaları, böylelikle yetişen insanların ne hirer canavar kesilip, her fırsatta toplumu sömürmeye kalkan birer fırsatçı, ne de bir kenara çekilip tembel tembel oturan birer asalak haline gelmelerine fırsat vermemiş olurlar.
(alıntıdır)