İnancın Amelle Beslenmesi
İtikad
Lügatte; bir şeye düğüm atmışçasına bağlanmak, gönülden inanmave aksine ihtimal vermeyecek şekilde bir şeyi kabullenmek demekti Istılahta ise; Allah'ın emrettiği ve Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesi ile aydınlatıp tavzih buyurduğu hakikatleri kalben tasdik etmektir. Matüridî akidesine göre itikad, dînî esasları lisanla itiraf etmekten ibaret olmasına karşılık, bazı ehl-i sünnet ulemasına göre o, bunları amel ve davranışlarla da yerine getirmek demektir. Bu yönüyle de itikadın, "iman" mânâsına geldiği söylenebilir. İtikad, çok sağlam nazari yanlarıyla beraber, amel ve aksiyonla da mutlaka kuvvetlendirilmelidir.
İtikad Mezhepleri
Sayı itibariyle itikad mezheplerini tesbit etmek oldukça zordur. "Haberiniz olsun! Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir. "Bu fırka hangisidir?" diye sorulduğunda da, "Benim ve ashabımın üzerinde olduğu çizgiyi takip edenlerdir!" buyurdular." (Tirmizi, İman 18) Bu daha sonraları gerçekleşmiş ve Allah Rasulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), vefatını müteakip Müslümanlar pek çok fırkaya ayrılmışlardır. Ama o günden bugüne Müslümanların hayatlarına ve kaderlerine daha ziyade "Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" anlayışı hakim olmuştur. Mesela Emeviler, -içlerinde Mutezile'ye taraftar olanlar istisna edilecek olursa- Abbasiler, Selçuklular, Karahanlılar ve Harzemliler büyük çoğunlukları itibariyle Ehl-i sünnet ve'l-cemaat anlayış ve itikadını tercih etmişlerdir. Bünyesinde değişik kavim ve milletler olmasına rağmen Osmanlı Devleti'nde de, hep hakim unsur Ehl-i sünnet ve'l-cemaat olmuştur.
Mükemmel itikad sahibi
Bu mevzuda ölçü, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) doğru yolu tarif ederken ifade buyurmuş oldukları "Ben ve ashabımın üzerinde olduğumuz yoldur." düsturu olmalıdır. Evet, doğru yol, Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin (r. anhüm) yürüdükleri yoldur. Biraz daha açalım; mükemmel bir itikada sahip olabilmek için evvela nazari olarak inanılması gerekli olan hakikatlere, Kitap ve Sünnet perspektifinde doğru bir şekilde inanılması gerekmektedir. Mesela Alevilikten ayrılıp müfrit bir fırka teşkil eden Karmatiler -hangi esaslara dayanıyorlardı bilmem- kendilerinden başka herkesi öldürmeyi en büyük cihad sayıyorlardı.
Onlar, her yerde bu inançları istikametinde Müslümanları kılıçtan geçiriyor, Haremeyn-i Şerifeyn'i basıyor ve orada bile, tarihte emsali görülmemiş mezalimlergerçekleştiriyorlardı. İşin en acı tarafı da, onlar bütün bu cinayetleri akidelerinin gereği olarak işliyorlardı. Yine başka bir müfrit fırka olan Hariciler de kendilerini Kur'an'a çok bağlı görüyor ve bu bağlılığın gereği sayarak, Kur'an'ın bir tek emrine uymayan herkesi kafir kabul ediyor, sonra da onu öldürmeyi en büyük cihad sayıyorlardı. Öte yandan bu tâife yalana karşı da çok hassastılar. Hatta ehl-i sünnet alimleri bu özelliklerinden dolayı, onlardan hadis rivayet etmede de bir beis görmüyorlardı. Evet, Hariciler yalana karşı fevkalade sert idiler; zira yalan söylemek onlara göre büyük bir günahtı ve böyle bir günah işleyen kimse dinden çıkmış demekti. Dolayısıyla onun da öldürülmesi gerekirdi. Kur'an'a böylesine bağlı olmalarına ve günah mevzuunda bu derece tavizsiz olmalarına rağmenHariciler, ifrat ve tefritlerle dengeyi koruyamamış ve kazanma kuşağında kaybetmişlerdi.
Tarihe bakıldığında, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) "Benim ve ashabımın üzerinde olduğu yol" diyerek ifade buyurduğu yolun dışına çıkanların, hep yollarda dökülüp kaldıkları görülecektir. Aslında bu hadis-i şerif bize, nazarî planda doğru yolun hangisi olduğunu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. Bir insan aksine ihtimal vermeyecek şekilde bir şeye inanabilir. Hatta bu imanının gereği olarak da masum insanları rahatlıkla öldürebileceği gibi kendisini de öldürebilir.. ve dahası bu hareketiyle cennete gireceğini de zannedebilir.Hasan Sabbah, müridlerine "Bugün falan camiyi bas. 10 kişiyi öldür. Ben senin cennetini tekeffül ediyorum." dediğinde onlar, hiç tereddüt etmeden ve gözlerini kırpmadan bunu yapabiliyorlardı. İşte bu, çok sağlam bir itikadla beraber korkunç bir inhiraf ve müthiş bir sapıklığın ifadesidir. O bakımdan evvela itikadın çok sağlam İlâhî esas ve prensiplere bağlanması gerekmektedir.
Amelle İmanı Kuvvetlendirmek
İkinci olarak, itikad çok sağlam nazari yanlarıyla beraber, amel ve aksiyonla da mutlaka kuvvetlendirilmelidir. Bir insan, devamlı tefekkür yamaçlarında dolaşıp Rab ile münasebet yollarını araştırdığı sürece tahkiki imanı elde edebilir. Evet bir kimse her an, kainatta duyup gördüğü hakikatlerle "marifetullah" ufkunu açıp inkişaf ettirebiliyorsa bu insan, kendi irfan dünyası adına daima gönlünde ışıktan bir dantela örüyor demektir.
Tefekkürden mahrum zavallı sinelerin imanlarının kuvvetlenmesi çok zor ve -Cenab-ı Hakk'ın mevhibe-yi ilâhî nevinden ihsanına mazhar olanlar hariç- böylelerinin iman adına ortaya koydukları heyecanları da sadece bir histen ibarettir.Hakiki inanca gelince, o bütün bunların ötesinde daha farklı bir keyfiyettir. Çünkü inanmış ve inancını tefekkürle yoğurmuş bir insanın sinesi her zaman bir buhurdanlık gibi tüter durur. İşte bu faaliyete "ameliyat-ı fikriyye" denilmektedir ve bu, imanı kuvvetlendirmenin önemli bir yoludur. Zira insanın imanda zirve noktaya ulaşabilmesi için her zaman böyle fikrî bir operasyona ihtiyacı vardır.
Üçüncü ve en önemli mesele ise, amelle imanın kuvvetlendirilmesi meselesidir. Sadece bizim düşünürlerimiz değil; Batı'daki bir kısım düşünürler de bu noktaya önem vermişlerdir. Evet, sadece itikadın nazari yönü ile Allah gerektiği gibi bilinemez. Her ne kadar kişi, nazari yönden inandığını zannetse de böyle birinin imanının inkişaf etmesi mümkün değildir. Zira iman, ancak amelle inkişaf eder. Rabb'ine devamlı ibadet eden ve bunu hiç ara vermeden yapan bir insanı -Allah'ın izniyle- şeytânî hiçbir gücün yıkması ve onun imanını elinden alması mümkün değildir. Zira, artık onun imanı, ibadetle perçinlenmiş ve aksine ihtimal vermeyecek şekilde bütün benliğine mal olmuştur.
Amelde Israr
Her şeyin bir tecrübe alanı vardır ve o mutlaka o alanda tecrübe edilmelidir. Kimya ile alakalı bir mesele, kimya laboratuvarında tahlile tâbi tutulmalı ve böyle bir konu inşaat mühendisliği ile ilgili kriterlerle test edilmemelidir. Yine tıbbın değişik dallarından her birinin kendine ait bir sahası vardır. Bunların bazılarında mahsusat denilen ve daha ziyade, görülen, duyulan ve hissedilen pozitif hüviyetteki mevzular ele alınarak tecrübeye tabi tutulur ki, bu sahaların dışında tecrübe edildiklerinde, katiyen istenilen netice elde edilemez. Aynen bunun gibi kalbî ve rûhî hayatı inkişaf ettirmenin de kendine göre bir alanı vardır.. ve başka yollarla ona ulaşılması mümkün değildir. Zira kişinin doğrudan doğruya kendisini çok yüksek hakikatlere verip, onda fani olması, sık sık zihnen, fikren ve ruhen Allah'a doğru seyahatlar tertip etmesine, belli ölçüde de olsa beden ve cismaniyetine baş kaldırmasına bağlıdır. Ehlullahtan, tek bir iman hakikatinin inkişafı için, senelerce uğraşanlar vardır. Evet, bu mevzuda terakki etmek, çok ciddi gayret göstermeye ve fedakarlıkta bulunmaya vâbestedir.
Kaldı ki insan, daima yenilense de, gece-gündüz münâvebesi gibi, her zaman ışığı karanlıklar takip edecek ve sürekli yenilenme ihtiyacı hasıl olacaktır. Bu itibarla bir yandan hadiseler, zaman ve eşya, insanın ruhunu karartırken öte yandan da o, iman mevzuunda gönül ve ruh dünyasında yeniden bir diriliş gerçekleştirmeli ve tazelenme yollarını araştırmalıdır ki, ötelere diri olarak intikal edebilsin.
İşte böyle davranma, meselenin amelî yönüdür ve çok büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Bu hakikate binaen Kant da, Cenab-ı Hakk'ın bilinmesi mevzuunda "Nazarî şeylerle Allah bilinemez." demiştir. İnsan, matematiksel olarak iki kere iki dört eder katiyetinde inanılması gereken hakikatleri kafasına koysa bile, bunlar kalb ve latifelerine yerleşmedikçe o kimsenin tahkiki imana ulaşması mümkün değildir. Zira mücerret iman, işin sadece nazari yönünü teşkil etmektedir. İmanın, insanın içinde petekleşmesi ise amele bağlıdır.
Kalbî Hayata Yönelmek
İman, onu marifet arayan dimağlarda, gözlerini âfâk ve enfüsde gezdiren gönüllerde ve daima bir buhurdanlık gibi tüten sinelerde kökleşip gelişir.. evet bu mevzuda ısrar şarttır. Bu sebepledir ki "ehlullah" seyr-i sülûklerinden asgari 40 günlerini nefsânî lezzetlerden kendilerini uzak tutmaya ayırmış ve kalbî hayata yönelmişlerdir. Bu, "yeme, içme, yatma ve konuşma kontrol altına alındığı takdirde insan 40 gün içinde, mutlaka belli bir yere gelir" demek değildir. Ama bu zaman içinde insan, gideceği doğru yolu bulabilir ve az dahi olsa bu yolda bir alışkanlık kazanabilir. Bu öyle bir kazançtır ki, ihtimal o, bu yolu bulduktan sonra, farklılaşması, yeni farklılaşmalara referans hep sağlam adımlarla Allah'a yürüyecektir.
Evet, Allah'a ulaşma adına sağlam bir yol ve sistem bulunduktan sonra, önce bu yolda tam bir gerilime geçilmeli, daha sonra da yüce hakikatlerle konsantre olmanın yolları araştırılmalıdır. Bu hususta, daima talepte bulunmak kestirme bir yoldur. Zira "Men talebe ve cedde vecede" fehvasınca, talep eden, talep ettiği şeyin arkasına düşer ve bu yolda ciddiyet gösterirse, er-geç aradığını bulur. Neticede Niyaz-i Mısrî'nin "Mâverâdan bekliyorken bir haber, perde kalktı öyle gördüm ben beni" sözüyle ifade ettiği gibi, kişinin gözünden perde aralanınca, hakikat kendi hususiyetleriyle ona belirir ve o kimse, kainatın her tarafını adeta bir irfan peteği şeklinde müşahede etmeye başlar. İşte bu ufka ulaşmış bir insan için artık karanlık yoktur; her yer aydınlanır ve cennete giden bir yola dönüşür.
(alıntıdır)